24 Nisan 2017 Pazartesi

Metin Özbaskıcı / Almanya İzlenimleri

Yazarımız Metin Özbaskıcı Türkiye'den Roman temsilcilerin katılımıyla gerçekleştirdiği Almanya gezisinin notlarını paylaşıyor. Hem genel olarak Alman tarihi ve kültürü hem de Almanya'da yaşayan Romanlarla ilgili gözlemlerini paylaşan Özbaskıcı, Nazi geçmişinin Romanlara dönük gerçekleştirdiği baskı ve kıyım politikalarını da yazısında yer veriyor: "Devasa Yahudi soykırım anıtından sonra çok mütevazı, sanki zoraki yapılmış Porrajmos Sinti-Roman Soykırım Anıtı'na geldik. Anıt, baskıyı simgeleyen büyük bir taşın altında ezilerek yok olan bir Roman toplumunu anlatıyordu. Sanki gerçekleri saklamak için yapılmıştı.  Ve ziyaretçi sayısı yok denecek kadar azdı. Lobi gücü olmayan Roman toplumu, katledilen 500.000 Roman insanını dünya gündemine sokamıyordu. ... Roman katliamı önemsizleştiriliyordu. Hayır! Bu gerçek bir soykırımdı. Nazi döneminde 500.000 Roman katledilmişti".



27 Kasım 2016 ‘da Almanya Dışişleri Bakanlığı ve Goethe Enstitüsü tarafından Almanya’ya izleme ve değerlendirme amacıyla davet edildik. Grupta yer almama vesile olan, Ankara Roman Hakları Derneği Başkanı Yücel Tutal Bey’e, Almanya’nın Ankara büyükelçiliğinden Sevinç Hanım’a ve Uthe Hanım’a teşekkürlerimi sunuyorum.

Alman Dışişleri Bakanlığı ve Goethe enstitüsünün, Almanya’nın Nazi döneminde oluşan kötü imajını değiştirmek, Almanya’nın değerlerini tanıtmak amacı ile düzenlediği bu tür gezi programlarına dünyanın her bölgesinden davetliler katılmaktadır. Rehber eşliğinde Almanya’nın yerel yönetimleri, Sosyal kurumları ve Sivil toplum örgütleri ziyaret edilmekte, sosyal hayat ve gelişmeler ile ilgili bilgiler verilirken ziyaretçilerin görüşleri de değerlendirilmektedir. Gezi sonunda ziyaretçilerin, gezi değerlendirmeleri ve Almanya ile ilgili görüşleri alınarak kat edilen mesafe izlenmektedir. Bu programın çok başarılı olduğunu gösteren en büyük delil, Avrupa’nın en çok turist çeken ülkesinin Almanya olmasıdır. Nazi Almanya’sı sendromunun kısmen atlatıldığı, ancak alınması gereken daha çok mesafe olduğu da aşikârdır.

Biz Türkiye’den Roman ekibi olarak programa katıldık. Alman misafirliği çok iyiydi.  Bizi çok iyi ağırladılar. Görmek istediğimiz ve görüşme taleplerimiz program dahilindeydi. Programın ilk bölümü Berlin’di. Berlin belki de Almanya’nın en sosyal ve demokratik eyaletiydi.  Yetkililerden Azınlıklar ve yabancılar ile ilgili yaptıkları örnek çalışmaları dinledik. Türkiye yabancılar ve Roman politikaları konularında fikirlerimizi paylaştık.  Türkiye’deki uygulamaları çalıştığımız projeleri ve çıktılarını, onların çalışmalarıyla karşılaştırma fırsatı bulduk. 

İlk gezimizde Berlin Duvarını ve geçiş kapılarını, Almanların manasız bakışlarının altında ziyaret ettik. İki toplumu ayıran ve yabancılaştıran bu set insanlık ayıbı gibi önümüzdeydi. Ve çok bakımsızdı. Pek çok ölüm kokan kaçış hikâyelerinin yazıldığı sınır köprüde insanlar eşleri ve çocukları ile geziyordu. İnsanlar soğuk ve ifadesiz görünüyordu. Tıpkı havanın durumunu yansıtıyorlardı.  

Bu ayrılığın izlerinin henüz silinmediği iki yakanın görünümü ile belli oluyordu. Doğu yakasının yapıları komünist rejimi hatırlatırken batı yakası keşke birleşmeseydik der gibiydi. Ailelerin bile bölündüğü bu ayrılık çok uzun bir süre devam etti.  Bu ayrılıkta iki toplumun değer ve yargıları, yaşam biçimleri ve özgürlük algıları farklı gelişti.  Sonunda iki Almanya Birleşti, Berlin duvarı yıkıldı. Ayrılık yıllarında oluşan farklılıklar birleşmeden sonra yaşanan en büyük sorundu. Güçlü Alman ekonomisi sosyal ve ekonomik yatırımlarla bu sorunu minimize etti.   Doğu yakasına özel yatırımlar yapıldı. Uygulanan ekonomik uyum politikaların kişi başına ortalama milli geliri düşürmesi, yabancıların bunun sebebi olarak görülmesi, özellikle Batı yakası siyasetinde milliyetçiliğin yükselmesini ve yabancı düşmanlığını körüklemektedir. Bu gelişmeler tüm Almanya’da Demokratik kurum ve kuruluşları tedirgin etmektedir. Tüm yabancılar gibi Türkler de bu gelişmelerden etkilenmektedir. Bu sorunlar ancak demokrasi ve özgürlüklerin geliştirilmesiyle bertaraf edilebilecektir.   

Şehrin merkezinde çok geniş bir alana kurulu HOLOKOST Yahudi soykırımı anıtını ziyaret ettik. Blok taş mermerlerin bir Lego gibi yerleştirildiği devasa anıtta, sürekli yanan bir Yahudi ateşi vardı. Anıt kulede yanan Yahudi ateşi, soykırıma uğrayan Yahudilerin acısının ve Nazilerin utancının hiç bitmeyen alevi gibi parlıyordu.  Anıt sanki bir utancı anlatıyordu. Uzaktan bakınca bir mezar denizi gibi dalgalanıyordu. Yahudi soykırım anıtını ziyaret ederken sanki blok taşlar üzerimize geliyor bizi sıkıştırıp hapsediyordu. Irkçılığın ve nefretin insanlığı getirdiği hale, şaşmamak elde değildi.  Almanya’ya çok şeyler katmış insanların, sadece Yahudi olduğu için üstelik işkence edilerek öldürülmesinin ruh halini anlamak mümkün değildi. Büyük bir insanlık ayıbıydı.

Savaştan sonra Yahudilerin bütün dünyada yaptıkları güçlü lobi faaliyetleri, Almanya’nın ayıbıyla yüzleşmesini sağlamış, Almanya İstemese de soykırımı kabul etmek zorunda kalmıştı.   Bu ayıbı telafi edebilmek, Almanya’nın devlet politikası olmuştu. Güçlü Yahudi lobisi Almanya’nın soykırım mağdurlarına yüksek tazminatlar ödenmesini sağlarken, Soykırım sorumlularının bulunması ve cezalandırılması için hafiye gibi çalışılarak tüm olaylar ve kayıtlar didik didik inceleyerek dosyalar hazırlayan güçlü bir ekip oluşturuldu. 

 Devasa Yahudi soykırım anıtından sonra çok mütevazı, sanki zoraki yapılmış PORRAJMOS Sinti -Roman Soykırım Anıtına geldik. Anıt, baskıyı simgeleyen büyük bir taşın altında ezilerek yok olan bir roman toplumunu anlatıyordu. Sanki gerçekleri saklamak için yapılmıştı.  Ve ziyaretçi sayısı yok denecek kadar azdı. Lobi gücü olmayan Roman toplumu, katledilen 500.000 Roman insanını dünya gündemine sokamıyordu. Katledilen pek çok Romana ait belge ve dokümanlar Yahudi lobisi tarafından sahipleniliyor. Roman katliamı önemsizleştiriliyordu. Hayır! Bu gerçek bir soykırımdı. Nazi döneminde 500.000 Roman katledilmişti.

1970 lerde Otto Rosenberg; toplama kamplarından kurtulan bir Roman çocuğu, anılarını yazdı. Ve Alman hükümetine dava açtı. Önce yok böyle bir şey denilerek itiraz edildi. Ancak belgeler ve dokümanlar karşısında gerçek kabul edilmek zorunda kalındı.  Alman mahkemeleri kerhen kabul ettikleri bu gerçeği çok küçük tazminatlarla önemsizleştirmeye çalıştılar. Son yıllarda gelişen Roman sivil toplum örgütlerinin çalışmaları ile pek çok belge ve dokümanlara ulaşılmıştır ve araştırmalar halen devam etmektedir. Dokümanlarda Yahudi gözüken pek çok mağdurun Roman olduğu belgelenmeye başladı. Bu gerçekler lobi gücünün ne olduğunun kanıtı gibidir.

Almanya bu gerçekle yüzleşmeyi ve bu gerçekle yaşamayı başardı. İşte bizimde katıldığımız bu gezi ve programlar, yüzleşme ve telafi faaliyetleriydi.

Almanya alt yapısıyla çok gelişmiş bir ülke. Ülkenin her tarafı demiryolları ile kaplı. Sabah gün ışımadan sokaklar işe koşturan insanlarla dolup taşıyor. Bisiklet kullanımı bu soğuk günlerde bile çok üst düzeyde.   Görüntü Almanya’nın sürekli koşuşturduğu idi. Şehir merkezinde ve çevresinde önce ırmak sandığımız ancak Nazi döneminde yapılmış olduğunu öğrendiğimiz çok sayıda su kanalları ve içinde dolaşan gemiler ilgimizi çekti.  Geniş kara ve demir yolları Su kanalları üzerindeki sık köprüler ile birbirine bağlanıyordu.  İşte Nazileri iktidara getiren de bu yatırımlardı. Birinci dünya savaşından mağlup ayrılan Almanya 1930 ekonomik krizine ve sömürge topraklarının azlığına rağmen çok hızlı bir ekonomik gelişmeyi başarmış.  Yol ve kanal yatırımları Almanya tarım ve sanayisini uçurmuştu. Bu ekonomik gelişme halkta refah düzeyini artırmış ve iktidar desteğini pekiştirmişti. 

Dünya ekonomisinde güçlü olan İngiltere ve Fransa’ya karşı üstünlük için bol hammaddeye ihtiyaç vardı. Hammaddenin kaynağı sömürgelerdi ve Afrika ve Asya’da bulunan sömürge ülkeler İngiltere ve Fransa egemenliğinde bulunuyordu.  Bu ekonomik rekabette Almanlar için büyük dezavantajdı. Almanya sömürge ülkelerini artırmalıydı.  Bu dünyanın gerilimini artırıyordu. Güçlü bir Almanya dünya barışı için bir tehdit görülüyordu. Ekonomik ve siyasi anlaşmalar yapılarak bloklar oluşturuluyordu. Gerginlik bir patlamaya dönüşmesi için bir kıvılcım yeterdi.   Herhangi bir gelişme veya hemen hemen her şey bir savaş sebebi olabilirdi.

İktidar Alman şovenizmini yükseltiyordu. Almanlar çok gülü çalışkan ve asildi. Diğer ırklar kötü ve hastalıklıydı ve asil Alman ırkı için bir tehdit oluşturuyordu. Alman ırkı komünistlerden, Polonyalılardan, Yahudilerden ve Çingenelerden korunmalıydı. Ülkedeki bütün sendikacı komünistler, Yahudiler ve Çingeneler belirlenerek toplama kamplarına alındılar. Baskı ve tehditlerle ülkeyi terk etmeye zorlandılar. Önce ülkedeki farlılıklar bertaraf edilecekti. Toplama kampları pek çok acılara tanık oldu. Ölümler olağan görülmeye başladı. Akıllara gelmeyen taciz, işkence ve yaralamalar, ölümler oldu. Çok az insan toplama kamplarından sağ çıkabildi.

Ve savaş bir kibrit aleviyle başladı ve Bütün dünyayı yangın yerine çevirdi. İnsan kanı su gibi aktı. Savaşın acımasızlığı teknoloji ile vahşete döndü. İnsanlar diri diri yakılarak öldürüldü. Sonunda Savaş bitti, ama Dünya çok şey kaybetti. Bunları yaşayan dünyada tüm insanların “Savaşlara Hayır… Yaşasın Barış…” demesi çok önemlidir. Bunun için sadece insan olmak yeterlidir. 

Ve Atamızı anma zamanıdır.  Ne güzel demiş… ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” Mustafa Kemal Atatürk. 

Gezinin bu bölümünde Berlin’de Otto Rosenberg enstitüsünü ziyaret ettik.  Enstitünün bahçesindeki açık hava resim müzesini gezdik. Açık alanda Nazi döneminde zulüm gören Roman aileler, çocuklar ve kadınlarla ilgili resimler ve dokümanlar sergileniyordu. Salonda bizi Otto’nun kızı Petra karşıladı. Geniş bir binada kurulu Enstitü sadece Romanlar için değil tüm dezavantajlı gruplar için bir eğitim ve uyum merkezi olarak çalışıyordu.   Petra babasını, babasının anılarını ve vizyonunu bizimle paylaştı. Otto’nun anılarından birkaç bölümü okudu. Otto Nazi döneminde bir çocukken kobay gibi kullanılmasını ve esir kampı dönemi yaşamını anlattı, onun acılarını yüreğimizde hissettik. 

Toplama kamplarında sağ kurtulabilen nadir kişilerden olan Otto çok uzun bir dönem bunları konuşmaktan çekindi. Sonra anılarını yazmaya karar verdi. Romanlar da soykırıma uğradılar bu gerçeği anlatmalıydı. Uluslararası hak örgütleri tarafından desteklendi. Almanya’nın roman soykırımının gerçeğini görmesini sağladı. Lobi gücü olmayan romanların talepleri eritilerek kerhen kabul edildi. Bu başarı bile çok önemliydi. Otto, hayali olan bu enstitüyü kurmuş ve tüm dezavantajlı gruplar için fırsatlar oluşturmuştu. Bu görevi şimdi kızı Petra sürdürüyordu. Otto’nun anıları kitap olarak basılmıştı. Sinema filmi yapılması ile ilgili çalışmalar devam ediyordu. Biz de onun hayallerine destek vermeliydik ve Otto’nun yaşamını herkes öğrenmeliydi.

Berlin Belediyesi göçmenler idaresini ziyaret ettik. Birim amiri bir Sinti idi ve Romanes konuşuyordu. Romanlarla ilgili önemli çalışmalar yapılıyordu ve ekipte Romanlar da yer alıyordu. Bizce bu başarmanın anahtarıydı.  Çalışma ekibinde yer alan kardeşlerimizle tanıştık. Sorunlar benzerdi.  Ayrımcılık, İşsizlik, konut sorunları için çalışmalar sürdürülüyordu. Almanya’da Sintiler 400-600 yıllık geçmişe sahipler. Kendilerini Sinti olarak tanımlamayı tercih ediyor, kısmen toplumla bütünleşmiş bir beraber yaşamayı başarmış durumdalar. Yine de Nazi döneminin etkisi midir   bilmiyorum ama hiçbiri resmi kayıtlara roman kimlikleri ile girmeyi kabul etmemektedirler. Nazi döneminde Roman kimlikleri kilise kayıtları ile tespit edilmiş ve tüm Romanlar teker teker toplanarak ölüm kamplarına götürülmüştü. Bir daha böyle bir riski almak istemiyorlardı. Son yıllarda Balkan Ülkelerinden gelen kontrolsüz göçlerin içinde pek çok Roman da bulunmakta ve bu göçler sorunları büyütmekte ve çözüm çalışmalarının maliyetini artırmaktaydı. Ne olursa olsun belediye toplu konutlar ve destek eğitimi programlarıyla Roman sorununu samimi olarak çözmeye çalışıyor. 

Berlin’de faaliyet gösteren Roman-Sinti derneklerini ziyaret ederek gezimizi sürdürdük. RomaTrio ve AmaroRom derneklerinde, Almanya’daki Romanların sorunlarını dinlerken Türkiye’deki gelişmeleri anlattık. Roman dernekleri 8 Nisan’da,  Hıdrellez’de ve 2 Ağustos’ta özel programlar hazırlamakta, programlara yüksek düzeyde katılım sağlamaktadır.  Sergi ve sokak gösterileriyle Roman kültürünün tanıtımını sağlıyorlar. Tarihçi ve araştırmacılarla özellikle yakın tarih ortak çalışmaları yapıyor ve bunları arşivliyorlardı.  Son araştırmalarında Avusturya’da Romanların katledildiği bir toplama kampı tespit edilmişti. Bu toplama kampı Avusturya Devleti tarafından domuz çiftliği olarak kullanılıyordu. Bu bir hakaretti ve bunun için Uluslararası bir kampanya düzenlenerek buranın aslına uygun bir açık hava müzesi olması mücadelesini başlatmışlardı.  

Sintiler, Devlet desteği ile kısmen rahat bir yaşam sürüyorlar, ancak hala dışlanma sorununu çözümlemiş değiller. Bütün dünyada olduğu önyargı ve ötekileştirme sorunu için çok uzun bir süreç gerektiriyor. Dernekler hükümetlerle ortak çalışmalar düzenlemekte ve sorunların çözümüne katkı sağlamaktadırlar. Dernekler çalışmalarıyla ilgili dokümanları bizlerle paylaştılar.

Berlin programının son günü Türk mahallelerini gezme fırsatımız oldu. Bölgeye geldiğimizde işyeri tabelaları ilgimizi çekti. Engiz Kasabı, Engiz taksi, Engiz Berberi…  Sanki Samsun’un Engiz İlçesi’ndeydik.  Hemşerilerimle sohbete başladık. Çay ikramları eşliğinde dertlerini paylaştık. Mutlu değillerdi. İşsizlik önemli bir sorundu. Durumlarının Almanya’nın birleşmesiyle bozulduğunu ve giderek kötüleştiğinden bahsettiler. Bunun üzerine ırkçı davranışların son dönemlerde yükseldiğini, Hükümetin bununla ilgili çalışmalar yaptığını söylediler. Mutlu değildiler amma geri dönmeyi de asla düşünmüyorlardı. Artık biz buralıyız diyorlardı. Koyu bir sohbet oldu.  İnanın sahil kasabası olan Samsun Engiz’de bu aylarda bu kadar kalabalık yoktur.  Memleketten birilerinin gelmesi onları çok mutlu etmişti. Vedalaştık ve ayrıldık…

Hızlı Tren ile Mannheim’a sonrada Heidelberg’e geçecektik. Rehberlerimiz bizleri istasyona getirip trene binene kadar eşlik ettiler.  5 saati aşan bir yolculuğu çevreyi seyrederek bazen uyuyarak geçirdik. Almanya’da sanki hiç dağ yoktu. Dümdüz arazide yolculuk yapıyorduk. Her yer yemyeşildi. Sayamadığımız kadar su kanalları vardı.   Hava açıktı ancak Almanya’da açık havada bile güneş hiç gözükmüyordu.  Belli ki Almanlar tatillerini bu yüzden güneşi bol güney sahillerimizde geçiriyordu.

Yemyeşil ekili araziler güneye yaklaştıkça fabrika ve sanayi alanlarına dönüyordu.  Trenin varış saatinde sadece 3 dakika gecikme olmuştu ve bu beni şaşırtan bir düzendi.  Ve bir şaşırtan farklılık, gün erken kararmıştı. Mannheim’da Bizi rehberimiz karşıladı ve beraber Heidelberg trenine geçtik. Bir saate yakın bir yolculuktan sonra Heidelberg’e geldik. Otelimiz tren garının yanındaydı.    Yarın programın son günüydü. Ben yarın akşam saatlerinde Münih’te yaşayan kız kardeşlerime misafir olacaktım. Tren biletimi aldım ve yeğenlerime biletim ile bilgi verdim. Beni garda bekleyeceklerdi. Ve biz çok yorulmuştuk.  Ben erken yatmayı tercih ettim. Sabah kahvaltıdan sonra rehberimizle beraber Roman dokümantasyon müzesine geldik. Türk rehberimiz yine hemşerimdi. Gerçi hiç görmese de, gelmemiş olsa da, babası Samsun Alaçamlıydı. Müze müdürü ile beraber Almanya’daki Romanların durumu ve porajmos araştırmaları konusunda bir sunum yaparak bizi bilgilendirdi. 

Girişte bizi Romanların Loli çay dedikleri Dr EVA JUSTİN’in  Roman çocukları ile yaptığı ırk çalışmalarını  gösteren fotoğraf karşıladı. Rehberimiz müzede her fotoğrafın ve belgenin özelliklerini anlatıyordu. Müthiş acılar içeren fotoğrafların her biri bir film olacak kadar doluydu. Bu yaşananları tüm dünya duymalı ve öğrenmeliydi. Bu güne kadar Yahudi olarak söylenen kurbanların pek çoğunun Roman olduğu son araştırmalarla ortaya çıkıyordu. Nazilere direnişte de Romanlar diğer gruplara cesaret vermişlerdi. Mayıs 1944'te, Nazi askerleri Roman mahkûmlara Aushwitz kampındaki barakalarını terk etmelerini emretti (muhtemelen gaz odalarında ölüme gönderilmek üzere). Bıçak ve baltalarla kuşanan Romanlar ayrılmayı reddettiler, direndiler ve Nazi askerleri geri adım atmak zorunda kaldı. Bu direniş tüm kamplarda mahkûmların direniş gücünü yükseltti. 

Bir fotoğrafa baktık. Bir aile fotoğrafı. Dokuz kişilik bir Roman ailesinin s
avaştan önceki resmi. Savaştan sonra fotoğraftakilerden sadece 3 kişi sağ kurtulabilmişti. Hesap buydu ve bu hesapla Porajmos’ta 500.000 Çingene katledilmişti. Çocukların, kadınların fotoğrafları toplama belgeleri ve kayıtlar hepsi müzede sergileniyordu. Her biri acı bir hikâye idi. Tespit edilebilen Porajmos kurbanlarının isimleri bir panoya listelenmiş ve ziyaretçilere sunuluyordu. Müzenin üst katında Porajmas kurbanları için bir anıt, önünde unutulmayacak acıları anlatan hiç sönmeyecek yakılan mum ateşi bulunuyordu. Müzeden çıktığımızda duygu sarhoşuyduk. Allah böyle acılar bir daha göstermesin. Bu acıları yerinde yüreğimizde hissettik.

Heidelberg bir üniversite şehriydi. Avrupa’nın ilk kurulan üç üniversitesinden biri ve Almanya’daki ilk kurulan üniversitenin bulunduğu bir şehir.  Öğrenci şehri. Tarihi, manzarası ve kültürel etkinlikleri ile bir turizm beldesi.

Rehberimiz eşliğinde müzenin yanında bulunan Heildelberg sarayını gezecektik. Saray yamaçta kurulu ve ulaşım yamaç tranwayı ile sağlanıyordu.  Hava soğuk ve kapalı olmasına rağmen ziyaretçi sayısı çoktu, genelde gençlerden oluşuyordu ve çok çeşitli milletlerdendi. Tarihi bir saray kalıntısı. Doğal haliyle zi
yarete açılmıştı.  Kendimi Orta Çağ’da, derebeylikler zamanında bir şövalye gibi hissettim. Sanki tarihi bir filmin içindeydim.  Bol bol resim çektirdik. Sarayın içindeki şarap imalathanesine girdik. Avrupa’nın en büyük şarap fıçısının önündeydik. Rehberimizle sarayın ön cephesine geçtik. Şehir ortasından geçen ırmak, tarihi köprüler, karşı yemyeşil yamaçta yürüyüş parkurları ve doğal mimarisi ile bir tablo gibiydi.  Uzun uzun seyir ettik yaşanacak güzel bir şehirdi. Sarayın bazı bölümlerinde tadilat devam ediyordu. Rehberimiz, yaz aylarında saray avlusunda pek çok kültürel etkinliklerin yapıldığını, Dünyanın en ünlü müzik ekiplerinin konserler verdiğini ve bu etkinliklere pek çok devlet başkanlarının ve üst düzey yöneticilerin de katıldığını belirtti. Zaman çabuk geçiyordu. Ve ben Münih trenine yetişecektim.  Diğer arkadaşlarımdan ayrıldım. Rehberimiz bana eşlik ediyordu. Saraydan indik şehir çok kalabalıklaşmıştı. Noel arifesiydi ve şehrin sokak ve meydanları Noel etkinlikleri ile doluydu. Alelacele, çevremizi seyrederek hızlı adımlarla yürüyorduk. Sokaklar ulaşıma kapalıydı ve biz treni kaçırabilirdik. Bir taksiye bindim. Taksi şoförü Konyalı bir Türk’tü.  Kendimizi yabancı bir ülkede hissetmemize fırsat verilmiyordu. 20 yıldır burada yaşıyordu ve taksi kendisinindi. Ucu ucuna trene yetişebildim.

Trende gözlerimi kapadım, geziyi yeniden yaşıyordum. Bu geziye sebep olanlara borcum vardı.  Aldığım notları karıştırdım, bunları yazmalıydım. Otto Rozenberg,  Rukeli Trolman ve “Cennette Buluşmak Üzere’nin” hikayelerini herkes öğrenmeliydi. Hazırlayacak ve paylaşacağım.

Tren tam zamanında Münih’e vardı. Küçük çantamla trenden indim. Mustafa yeğenim beni karşılayacaktı.  Garın karşısında beni bekliyordu. Kucaklaştık benim burada olmam onları şaşırtmıştı. Uzun zamandır beni Almanya’ya davet etmek istiyorlardı. Bir türlü nasip olmamıştı. Bu gezi bunun için bir fırsat olmuştu. Mustafa Münih belediyesinde elektrik teknisyeni olarak çalışıyordu. Burada doğmuş ancak Türk gibi büyümüştü. Arabasına doğru yürüdük hava karanlıktı. Ve eve yola çıktık. Zolling Fresing te yaşıyorlardı. Kendi inşa ettikleri evlerinde yaşıyorlardı. Aile olarak 40 yıldır buradaydılar.  Eve geldiğimizde kız kardeşim, eniştem, yeğenler ve komşular hepsi beni bekliyorlardı. Kucaklaştık, özlem giderdik.  Cumartesi-Pazar misafirleriydim ve pazar günü saat 14’te uçakla Türkiye’ye dönecektim. Hal hatırdan sonra gezi sürecini onlarla paylaştım. Yeğenlerim kendilerini iyi yetiştirmişlerdi. Fulya ve özlem iyi eğitim almış ve iyi işlerde çalışıyorlardı.   Yeğenlerim, “Hemen yakınlarda Dachau toplama kampı var, istersen orayı gezebiliriz” dediler.  Mustafa cumartesi günü işyerinde görevliydi. Eniştem Resul, Fulya ve Özlem’le beraber kampı gezdikten sonra Münih’e geçecek, Mustafa ile buluşacaktık. 

Sabah obezite rahatsızlığı olan kız kardeşimi sağlık ocağına getirirken Zolling’i gezme fırsatımız oldu. Küçük bir yerleşim yeri. Tipik bir Alman kasabası. Buz gibi bir hava vardı.  Ve hayret uzaktan güneş gözüküyordu. Alışveriş yaparak eve kahvaltıya döndük…

Dachau toplama kampına geldik. Güneş kaybolmuştu. Çok soğuk ve ayaz olmasına rağmen yine de ziyaretçi sayısı çok yüksekti.  Şimdi kullanılmayan bir tren yolunun son istasyonunu önünde bulunan kampa kontrol kapısından giriliyordu.  Trenden silahların gölgesinde indirilen insanları kadın ve çocukları görür gibiyiz. İtilen tartaklanan insanlar kamp girişine alınıyorlardı. Soğuk görüntü havayı daha fazla soğutuyordu sanki… Tel örgü ve su kanalı ile çevrili kampa üzerinde ARBEIT MACHT FREI (Çalışmak özgürlüktür) yazan bir kapıdan giriliyordu. Kendimizi sınırdayız ve savaştayız gibi hissediyordum. Trenden inen esirler tartaklanarak girişteki kayıt bürosuna alınıyor. Kayıtları yapılarak Dezenfekte edilen odalara alınıyor bir uyuz köpek gibi aşağılanarak tazyikli su ile ıslatılıyordu. Mahkûmlar ilk dakikadan itibaren ölüme razı duruma getiriliyordu. Mahkûm elbiseleri ile uzun prefabrik kulübelere alınıyorlardı. Şimdi Toplama kampı bir müzeye dönüştürülmüş ve ziyarete açıktı. Yatakhane olarak kullanılan prefabrik kulübeleri sökülmüş sadece biri bırakılmıştı. Kampta yaşananlar, resimlerle ve kısa filmlerle anlatılmaya çalışılıyordu. Toplanma meydanı, yakma odaları hepsi ayrı bir trajedi saklıyordu. Yakılan mahkûmlardan kalanı resmeden yanmış insanların birbirine yapışmış kemiklerini gösteren heykel insanın içini acıtıyordu. Kampta biraz sonra ölecekler; bir lütuf gibi, son dualarını yapmak üzere, bir alana alınıyorlardı.  Bu alan şimdi dini tören yeri olarak düzenlenmişti. Kampta bir soğuk ayaz olmasına rağmen, her tarafta, yakılan insanların et kokusu hissediliyordu. Sanki boğuluyordum. Yeter artık dedim artık çıkalım. Sanki onların yaşadıklarını yaşadım gibi sanki bunları yaşamak hissetmek çok kolay gibiymiş gibi.


Arabayla Münih’e doğru yola çıktık.   Şehir çok kalabalıktı.  Arabayı park ettiğimiz yer Türklerin ağırlıklı olduğu bölgeydi. Manavlardan yükselen “armut 2 buçuk’’ sesleri bizi Türkiye’deymiş gibi hissettirdi. Sokaklar Noel’in yaklaştığını gösteriyordu.  Mağazalar büfeler sergiler herkes alışveriş yapıyordu.  Rahatsız eden ekşimsi bir koku yayıyordu sokaklarda.  Yeğenler sıcak taze şarabın kokusu dediler. Almanlar kışın ısınmak için her yerde bol bol sıcak şarap içiyor ve bunu çok seviyorlardı. Şehir büyük ve tarihi yapılarla doluydu. Kilise ve devlet binaları özellikle çok gösterişli inşa edilmiş ve iyi bakımla korumaya alınmıştı.  Muhteşem tarihi binalar insanı yüzyıllar öncesine götürüyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder